SİVİL SAVUNMA VE GÜVENLİKTE TOPLUMSAL FARKINDALIK Dünya genelindeki çatışma

SİVİL SAVUNMA VE GÜVENLİKTE TOPLUMSAL FARKINDALIK
Dünya genelindeki çatışmalar ve bölgesel krizler, coğrafi konumu itibarıyla Türkiye için de dikkatle izlenmesi gereken gelişmelerdir. Yakın çevremizdeki ülkelerde yaşanan askeri ve siyasi çalkantılar ile terör olayları, “bize bir şey olmaz” düşüncesini geride bırakmamız gerektiğini açıkça göstermektedir. Özellikle sivil savunma altyapımızın mevcut durumu, olası bir savaş veya büyük ölçekli kriz anında toplumun karşılaşabileceği zafiyetleri gözler önüne sermektedir.
Soğuk Savaş dönemi (1950-1980) boyunca inşa edilen sığınakların çoğu günümüzde başka amaçlarla kullanılmakta ya da bakımsız durumdadır. Yeni binalarda sığınak zorunluluğunun uygulanmaması veya denetlenmemesi, bu sorunu daha da derinleştirmektedir. Yürürlükte olan 7126 Sayılı Sivil Savunma Kanunu’nun etkisi ne yazık ki oldukça zayıftır. AFAD gibi kurumlar afet odaklı çalışmalara yoğunlaşırken, savaş, toplu göç, altyapı çökmesi, nükleer/kimyasal tehditler gibi durumlara karşı yeterli hazırlığa sahip değildir.
Savaş halinde kullanılabilecek mobil hastane, güvenli tahliye, gıda-su dağıtımı altyapısı yetersizdir. İletişim sistemlerinin ayakta kalabilmesi için alternatif altyapılar sınırlıdır. Toplumda savaş anında nasıl davranılacağı, nereye sığınılacağı, nasıl yardım alınacağı konularında ciddi bir bilgi eksikliği bulunmaktadır. Sivil savunma sirenlerinin anlamı bilinmemekte, toplu tahliye ve sığınakta yaşam gibi konularda tatbikat yapılmamaktadır. Kamu binalarında ve şehirlerde açık barınak sayısı yok denecek kadar azdır. Bu kritik tablo karşısında acil önlemler alınması şarttır:
Barınak yönetmeliği güncellenmeli ve yeni yapılaşmalarda etkin bir şekilde uygulanmalıdır. İlçe ve il bazında “savaş senaryolu sivil savunma tatbikatları” düzenlenmelidir. Halkı bilgilendiren basit rehberler, radyo, TV yayınları ve dijital uyarı sistemleri oluşturulmalıdır. Belediyeler, AFAD koordinasyonunda yerel sivil savunma ekipleri kurmalıdır. Gaz maskesi, acil çanta ve temel yaşam malzemeleri gibi hayati ekipmanlar yaygınlaştırılmalıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren savunma sanayiinde tam bağımsızlık hedefiyle önemli adımlar atılmıştır. Şakir Zümre Fabrikası, TOMTAŞ ve Nuri Demirağ Uçak Fabrikası gibi girişimlerle kendi uçağımızı üretme kabiliyetine ulaşılmış, MKE ile mühimmat ve silah üretiminde önemli başarılar elde edilmiştir. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası dışa bağımlılık ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası uygulanan ambargo, yerli ve milli savunma sanayiinin yeniden inşasını zorunlu kılmıştır.
1980’li yıllardan itibaren ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN, TUSAŞ/TAI gibi kurumlar ile FNSS, OTOKAR ve BMC gibi özel sektör firmaları sayesinde savunma sanayimizde büyük atılımlar gerçekleştirilmiştir. ANKA İHA, MİLGEM, ATAK gibi projelerle yerlilik oranı artmış; Bayraktar TB2, AKINCI, KARGU, GÖKTUĞ gibi sistemler geliştirilmiş; HÜRKUŞ, HÜRJET, GÖKBEY, ALTAY ve KAAN gibi projeler başarıyla hayata geçirilmiştir.
Bu başarılar ne kadar gurur verici olsa da, Türkiye’nin jeopolitik konumu gereği savunma sanayii, siyasi partiler üstü bir milli meseledir. Elde edilen bu başarıların siyasi propaganda malzemesi yapılması doğru değildir; bu, milletin ortak yatırımıdır ve öyle kalmalıdır.
Tarih, hazırlıksız yakalanan milletlerin ağır bedeller ödediğini defalarca göstermiştir. Savunma sanayiindeki son yıllarda elde edilen başarılar, toplumsal düzeyde sivil savunma hazırlıklarıyla desteklenmediği sürece etkileri sınırlı kalabilir. Sığınaklar, tatbikatlar, halkı bilinçlendirme kampanyaları ve yerel düzeyde organize edilmiş sivil savunma ekipleri bir lüks değil, bir zorunluluktur. Güçlü ordu, güçlü milletle tamamlanır. Savaş sadece cephede değil, bilgiyle, organizasyonla ve bilinçle kazanılır. Bu farkındalıkla hareket ederek milletçe her türlü zorluğa karşı daha dirençli ve hazırlıklı olabiliriz.
Cemil HOPANCI Emekli Maarif Müfettişi 16.06.2025
SAVUNMA SANAYİMİZ
Cumhuriyet’in ilanı, sadece siyasi bir devrim değil, aynı zamanda ekonomik ve teknolojik bağımsızlığı hedefleyen büyük bir hayalin başlangıcıydı. Ancak bu genç Cumhuriyet, bir yandan rejim karşıtı iç isyanlarla (Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı, Menemen, Dersim) mücadele ederken, diğer yandan da tarımdan sanayiye eğitime her alanda bir varoluş mücadelesi veriyordu.
Bu zorlu atmosferde, devletin öncülüğünde kurulan Sümerbank ve Etibank gibi kurumların yanı sıra, ufuk açan özel girişimciler de sahneye çıktı. Nuri Demirağ, Nuri Killigil ve Şakir Zümre gibi vizyonerler, Atatürk’ün de teşvikiyle, Türkiye’yi savunma sanayiinde bir üretici ve hatta ihracatçı konumuna taşıyan fabrikalar kurdular. 1930’lu yıllarda Türkiye, kendi uçağını, silahını ve mühimmatını üreten öncü ülkelerden biri olma yolunda dev adımlar atıyordu.
Ne var ki bu umut verici tablo, II. Dünya Savaşı’nın ardından kökten değişti. Dünya, ABD ve Sovyetler Birliği liderliğinde iki kutba ayrılırken, Türkiye, Sovyet tehdidine karşı Batı Bloku’na yakınlaşma kararı aldı. Bu stratejik yönelim, 1947’de Marshall Planı’na dâhil olmamızla somutlaştı.
Ancak bu yardımın bedeli ağırdı. ABD’den gelen askeri ekipman ve mali destek karşılığında, Türkiye’nin filizlenen yerli savunma sanayii adeta feda edildi. Anlaşmaların zımni şartı, yerli üretimin durdurulması ve pazarın ABD ürünlerine açılmasıydı. Sonuç yıkıcı oldu:
• Nuri Demirağ’ın Uçak Fabrikası: Testleri başarıyla geçmesine rağmen, Türk Hava Kurumu (THK) siparişlerini iptal etti, devlet desteği kesildi ve fabrika 1944’ten sonra atıl kalarak kapandı.
• Şakir Zümre’nin Silah Fabrikası: Devletten sipariş alamayınca savunma sanayii üretimini terk ederek soba ve ev eşyaları üretmeye başladı.
• Nuri Killigil’in Mühimmat Fabrikası: Şaibeli bir patlamayla yerle bir oldu, Killigil dâhil 28 kişi hayatını kaybetti ve bu milli girişim bir daha canlanamadı.
Dış yardım uğruna, Türkiye’nin bağımsızlık hayallerine kanat açtıran fabrikaların kapısına birer birer kilit vuruldu.
Türkiye’nin savunma sanayiindeki bu derin uyku, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası ABD tarafından uygulanan ambargo ile sarsıcı bir şekilde sona erdi. Dışa bağımlılığın ne kadar tehlikeli olduğunu acı bir tecrübeyle anlayan Türkiye, kendi kendine yetebilme hedefiyle savunma sanayiini yeniden inşa etme iradesini gösterdi. 1980’li yıllardan itibaren ASELSAN, TUSAŞ/TAI, ROKETSAN, HAVELSAN gibi kamu vakıf şirketleri ile FNSS, OTOKAR, BMC gibi özel sektör firmalarının öncülüğünde büyük bir atılım başladı. Bu dönem, kayıp yılların telafi edilmeye çalışıldığı, küllerinden doğan bir sanayinin temellerinin atıldığı bir süreç oldu.
Bugün, MİLGEM korvetlerinden ATAK helikopterlerine, Bayraktar TB2 ve AKINCI gibi SİHA’lardan KAAN, HÜRKUŞ, HÜRJET gibi platformlara kadar uzanan başarılar, o gün ekilen tohumların meyvesidir. Bu başarılar gurur verici olsa da, bizi bir rehavete sürüklememeli ve geçmişin hatalarını unutturmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, bu yolda sır şekilde hayatını kaybeden ASELSAN mühendislerimizin kanı hâlâ yerdedir.
Türkiye’nin jeopolitik konumu, savunma sanayiini siyaset üstü, milli bir mesele olarak görmeyi zorunlu kılar. Halka sunulan prototipler ve başarılı testler, ancak seri üretime geçilip Silahlı Kuvvetler envanterine girdiklerinde stratejik bir anlam kazanır. KAAN gibi projelerin yanı sıra, katmanlı ve uzun menzilli hava savunma sistemleri ile sivil savunma altyapısındaki eksikler hızla ve milli imkânlarla tamamlanmalıdır. Bu alan çalışmaları, siyasi polemiklerin ve günlük çekişmelerin üzerinde tutulması gereken, nesiller boyu sürecek bir Bayrak Yarışı’dır.
Türkiye’nin savunma sanayii serüveni, bağımsızlık idealinden acı derslerle dolu bir feragat dönemine, oradan da küllerinden doğarak yeniden yükselişe uzanan ibretlik bir hikâyedir. 1947’lerde yapılan hatalara düşmeden, elde edilen başarıları siyasi bir propaganda aracına dönüştürmeden bu yolda ilerlemek, ülkemizin bekası için elzemdir. Bugün kamuoyuna sunulan prototiplerin ötesine geçilerek, bu ürünlerin seri üretime alınması, TSK envanterine girmesi ve sivil savunma sistemlerinin de bütüncül şekilde geliştirilmesi bir zorunluluktur. Ancak bu şekilde Türkiye, geçmişin tekrarına düşmeden güçlü ve bağımsız bir savunma sistemine kavuşabilir. 26.06.2025 Cemil HOPANCI – Emekli Maarif Müfettişi

Nitelikli Eğitimin Gölgesinde Siyasi Kadrolaşma İddiaları Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından akademik başarıları, özgün projeleri ve nitelikli öğrenci-öğretmen profiliyle öne çıkan devlet okullarına verilen “proje okulu” statüsü, Türk eğitim sisteminde seçkin bir yer edinmiştir. Uygulamanın ilk aşamasında sınırlı sayıda okulu kapsayan bu model, zamanla merkezi sınavla (LGS) öğrenci kabul eden neredeyse tüm liseleri içine alacak biçimde genişletilmiştir. Ancak son yıllarda, bu okullara ilişkin gündeme gelen bazı uygulamalar, proje okullarının temel misyonunu ve işleyiş ilkelerini tartışmalı hâle getirmiştir.
Özellikle öğretmen atamalarında şeffaflık ilkesinin ihlali ve görevinde başarılı öğretmenlerin herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin görevlerinden alınmaları, kamuoyunda “siyasi kadrolaşma” iddialarına neden olmakta ve eğitim kamuoyunda ciddi endişelere yol açmaktadır. Bu çalışmada, proje okulları uygulamasının mevcut durumu, ortaya atılan iddialar ve söz konusu sürecin Anayasa ile ilgili yasal düzenlemeler bağlamındaki değerlendirmesi ele alınmaktadır.
Proje okulu uygulaması, Türkiye’de MEB tarafından 2014 yılı Mart ayında hayata geçirilmiştir. Ocak 2015 itibarıyla 40’tan fazla lise proje okulu olarak ilan edilmiştir. 2017 yılında TEOG sisteminin kaldırılmasının ardından merkezi sınavla öğrenci alan tüm liselerin proje okulu kapsamına alınmasıyla birlikte bu sayı hızlı bir artış göstermiştir. 2025 yılı itibarıyla, öğrenciler LGS sonuçlarına göre bu okulları tercih edebilmekte ve yerleşebilmektedir.
Proje okulları, yüksek akademik başarılarının yanı sıra bilimsel, sanatsal, kültürel ve sportif alanlardaki faaliyetleri, gelişmiş fiziksel altyapıları ve güçlü kurumsal kimlikleri ile dikkat çekmektedir. Türkiye genelinde her ilde en az bir proje okulu bulunmakta olup; İstanbul’daki Galatasaray Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Atatürk Fen Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi ve nitelikli İmam Hatip Liseleri örnek olarak gösterilebilir.
Son dönemde basına yansıyan haberlere göre, proje okullarında uzun süredir görev yapan çok sayıda öğretmen herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin görevlerinden alınmakta ve norm fazlası olarak il millî eğitim müdürlüklerine aktarılmaktadır. Bu öğretmenlerin bir kısmının kendi talepleri dışında başka okullara atandıkları; bu uygulamaların ise siyasi görüş temelli ayrımcılık iddialarını güçlendirdiği ileri sürülmektedir.
Ayrıca, bu okullara yapılan öğretmen atamalarında MEB’in ilan yapmadan; öğretmenin alan bilgisi, akademik dereceleri (yüksek lisans, doktora), kıdemi ve hizmet puanı gibi objektif kriterleri göz önünde bulundurmaksızın doğrudan atama gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Bu atamalar, ilgili genel müdürlüğün önerisi, İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü’nün teklifi ve Bakanlık makamının onayıyla yürürlüğe girmekte; sonuçlar illere bildirilerek dört yıllık sürelerle görevlendirme yapılmaktadır. Bazen de il içinde doğrudan görevlendirmeler yapılmaktadır.
Geçmişte okul yöneticisi atamalarında da benzer biçimde belli sendika ve siyasi çevrelerle yakın ilişkisi bulunan kişilere öncelik tanındığı yönündeki iddialar, proje okulları bağlamında yeniden gündeme gelmiş; bu uygulamaların köklü eğitim kurumlarının kurumsal kültürünü zedeleyebileceği yönünde eleştiriler artmıştır. Nitekim, 1975-1980 yılları arasında sık sık değişen hükümetler döneminde de benzer uygulamalarla öğretmen yetiştiren kurumlar ve nitelikli okullardaki öğretmenlerin siyasi görüşlere göre değiştirilmesi toplumsal barışı olumsuz etkilemişti.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 10. maddesi, tüm yurttaşların dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu hükme bağlamaktadır. Bu ilke, kamu görevlerine atama süreçlerinde de geçerliliğini korumaktadır. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 3. maddesi, kamu personeli alımlarında liyakat ve eşitlik ilkelerine dayanılması gerektiğini açıkça ortaya koyarken; 4. maddesi, cinsiyet, etnik köken, siyasi görüş gibi temellere dayalı ayrımcılığı açıkça yasaklamaktadır.
Bu bağlamda, öğretmen atamalarında objektiflikten uzak, ölçütleri belirsiz uygulamaların Anayasa’ya ve ilgili mevzuata aykırı olduğu açıktır. Devletin devamlılığı ilkesi ve kamu yönetiminde tarafsızlık esası, eğitim gibi stratejik bir alanda herhangi bir siyasi ya da ideolojik tercihin belirleyici olmasına izin vermemektedir.
Proje okulları uygulaması, nitelikli eğitimi desteklemeye yönelik olumlu bir potansiyel taşımakla birlikte, son dönemde yaşanan gelişmeler bu potansiyelin hayata geçirilmesini sekteye uğratabilecek niteliktedir. Özellikle öğretmen atamalarında liyakat ilkesinin göz ardı edilmesi, hukuki ve etik açıdan ciddi sorunlar doğurmakta; kamuoyunda güven bunalımına yol açmaktadır.
MEB’nın tüm kurumlarına ideolojik yönetici ve sözlü sınav ile öğretmen alması tartışılır iken, Proje okullarına öğretmen ve yönetici atama süreçlerinin şeffaf, ölçülebilir ve denetlenebilir kriterlere dayanmadan yapılması düşündürücüdür… Bana geçmişte yapılanları tekrar hatırlatmaktadır!.. Millî Eğitim Bakanlığı’nın bu konuda gerekli düzenlemeleri tarafsızca yapması, kamuoyu nezdindeki endişeleri gidermesi ve proje okullarının kurumsal kimliklerini koruyacak adımlar atması büyük önem taşımaktadır. Aksi hâlde bu nitelikli eğitim kurumları, öğretmenleri ve Milli Eğitim Bakanlığımız siyasi tartışmaların gölgesinde misyonlarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalabilir. 14.04.2025 Cemil HOPANCI– Emekli Eğitim Müfettişi
ÖĞRETMEN İSTİHDAMINDA LİYAKAT VE ADALET ARAYIŞI
Her yıl olduğu gibi beklenen öğretmen alımı açıklaması bu hafta yapıldı. Binlerce genç, KPSS’ye aylarını, hatta yıllarını veriyor; gecesini gündüzüne katıyor. Ancak sonuç ne yazık ki çoğu zaman hüsran oluyor. Neden mi? Çünkü sistemde adaletin ve liyakatin yerini belirsizlik, torpil söylentileri ve ideolojik öncelikler almış durumda. Öğretmen atamalarındaki yıllardır süregelen yapısal sorunlar ve uygulamadaki çarpıklıklar, yalnızca ailelerin ve gençlerin umutlarını değil, aynı zamanda eğitim sisteminin temelindeki güveni de sarsıyor.
Öğretmen atamaları uzun süredir KPSS puanı ve sözlü mülakat sistemine dayanıyor. Ancak özellikle mülakatların objektifliğine dair ciddi soru işaretleri var. Balkon konuşmalarında kaldırılacak dense de halen kaldırılmaması kamuoyunda güven krizine yol açıyor. Aynı KPSS puanına sahip iki adaydan birinin atanıp diğerinin elenmesi ve bu durumun tatmin edici bir açıklamasının yapılamaması, sistemin şeffaflık ve liyakat ilkelerinden giderek uzaklaştığı yönündeki haklı eleştirileri beraberinde getiriyor.
Millî Eğitim Bakanlığı (MEB), her yıl farklı branşlara yönelik kontenjanlar açıklasa da atama dağılımı dengeli değil. Özellikle sosyal bilimler, fen bilimleri ve sanat gibi pek çok alanda mezun sayısı yüksek olmasına rağmen, ayrılan atama kontenjanları oldukça sınırlı kalıyor. Bu tablo genç işsizliğini artırıyor, öğretmen adaylarının mesleki motivasyonunu kırıyor.
AKP iktidarı boyunca Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi (DKAB) branşına ayrılan yüksek kontenjanlar dikkat çekiyor. Öte yandan, fen, teknoloji, mühendislik ve matematik (STEM) gibi Türkiye’nin bilimsel kalkınması için hayati öneme sahip alanların ihmal edilmesi endişe verici bir eğilim olarak karşımıza çıkıyor. İdeolojik kaygılarla yapılan kontenjan planlamaları, öğretmenlik gibi son derece hayati bir mesleği siyasetin gölgesinde bırakıyor.
Düşük puanlarla atanan bazı DKAB öğretmenlerinin kısa süre içinde başka bakanlıklara geçiş yaptığı iddiaları sıkça gündeme geliyor. Resmî makamlarca teyit edilmese de, sosyal medyada paylaşılan somut örnekler bu iddiaları güçlendirerek sistemin adaletine gölge düşürüyor. Eğitim için tahsis edilen kadroların farklı kurumlara yönlendirilmesi, hem kaynak israfı hem de büyük emeklerle sınav kazanan diğer adaylara karşı büyük bir haksızlık olarak görülüyor.
Mülakat sisteminin kaldırılması ve sadece merkezi sınavla atama yapılması, liyakat ilkesini güçlendirir. Branşlar arasında kontenjan dengesi gözetilmeli, özellikle sanat, spor ve sosyal bilimler gibi alanlara daha fazla önem verilmelidir. Üniversitelerdeki öğretmen yetiştirme kontenjanları, MEB’in uzun vadeli ihtiyacına göre planlanmalıdır. Farklı kamu kurumlarına geçişlerde yasal düzenlemeler yapılmalı; bu tür geçişlerin keyfi ve haksız uygulamalara açık olması engellenmelidir. Henüz faaliyete geçmeden öğrenci alım şekli tartışmalara yol açan Öğretmen Akademisi tartışılmaktadır. Atanamayan öğretmenler için alternatif istihdam modelleri geliştirilmelidir.
Bir ülkenin geleceği, o ülkenin eğitim sisteminin adaletine ve liyakatine bağlıdır. Kamu istihdamında ideolojik veya kişisel önceliklere yer verilmesi, yalnızca bireylerin değil, tüm toplumun güvenini sarsar. Devlet, tüm gençlere eşit mesafede durmalı; fırsat eşitliğini temel alarak, yalnızca hak edenin kazandığı bir sistem inşa etmelidir. Ancak bu şekilde hem bireylerin emeği korunur hem de ülkenin geleceği sağlam temeller üzerine kurulur. 20.04.2025 Cemil HOPANCI -Emekli Maarif Müfettişi
DİRİLİŞİN VE GENÇLİĞİN BAYRAMI – BİRLİKTE NİCE YILLARA!
Bugün 19 Mayıs 2025. Ülkemizin gündemi ne? Bugün biz neleri konuşup tartışıyoruz!… Oysa bugün “19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı,” Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı günü simgeler. Bu tarih, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinin ilk adımı olarak kabul edilir.
1970’li yılların başlarında Muş’ta, 1970’li yılların sonunda Amasya’da, 1980’li yılların başında Siirt’te ve sonraki yıllarda başka başka il ve ilçelerimizde ortaöğretim okulu yöneticisi olarak bu günü kutlama sorumluluğunu üstlendim. Resmi törenler, bayrak törenleri, marşlar, öğrenci gösterileri, halk oyunları, gençlik yürüyüşleri ve spor etkinlikleri ile Atatürk’ü Anma etkinlikleriyle Türk milletinin bağımsızlık ve özgürlük yolunda attığı ilk adımın yıldönümünü gençler ve halk ile birlikte kutladık. Öğretmen arkadaşlarımla birlikte konuşmalar hazırladık. Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattığını ve bu günün, aynı zamanda milletimizin yeniden ayağa kalktığı, umutların filizlendiği, karanlıktan aydınlığa yürüyüşün başladığı gün olduğunu stadyumda kurulan kürsülerden halka anlattık, anlattık… Gençler milli anlam yüklü şiirlerini sundular. Okunan şiirler, söylenen marşlar, sergilenen halk oyunları ve yapılan spor etkinlikleri, ortak tarihimize duyduğumuz saygıyı ve geleceğe olan inancımızı perçinlerdi. Mustafa Kemal Atatürk, bu anlamlı günü Türk gençliğine armağan etmiştir. Çünkü O, gençliğe güvenmiştir. Gençliği, Cumhuriyetin en büyük teminatı olarak görmüştür. Bu nedenle bu özel günün adı, “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak ilan edilmiştir. Kutlama alanlarında:
“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir… …Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” diyen Atatürk’ün gençliğe bıraktığı bir vasiyet ve içinde; bağımsızlık, sorumluluk, mücadele ve umut dolu uyarı hitabesini okurduk… hep birlikte sonra…
Gençliğin Ata’ya cevabı: Ey büyük Ata! Varlığımızın en kutsal temeli olan Türk istiklâl ve Cumhuriyetinin sonsuz bekçileriyiz. Bu karar, sarsılmaz irademizin değişmez ifadesidir. İstiklâl ve Cumhuriyetimize kastedecek düşmanlar, en modern silahlarla donanmış olarak en güçlü ordularla üzerimize gelseler dahi, Ulusal birliğimizden aldığımız güçle, onları mutlaka yeneceğiz. Ey Türk’ün büyük Atası! Açtığın yolda, kurduğun ülküde hiç durmadan yürüyeceğimize ant içeriz. Diye haykırırdı gençlik…
45 yıllık hizmetim süresinde, ülkemin her tarafında Milli Bayram Kutlamalarını aynı şekilde yaptık. Topluca yapılan bu kutlamalardan hep mutlu ayrıldık. Birlik ve beraberliği yaşadık. Ortak bir tarih ve değerler etrafında birleştik. İnsanlar aynı coşku ve gururla bir araya geldi, “biz” duygusu pekişti. Konuşmacılar geçmişte verilen mücadeleleri, kazanılan zaferleri ve önemli dönüm noktalarını hatırlatarak ortak tarih bilincini canlı tuttular. Kültürel devamlılığımız için önemli olan şiirler, marşlar, halk oyunları ve törenler aracılığıyla değerlerimiz, kültürel ögeler kuşaktan kuşağa aktarıldı. Halkın, öğrencilerin, kurumların ve yerel yönetimlerin bir araya geldiği bu etkinlikler toplumsal dayanışmayı artırırdı. Kutlamalar, okul törenleri ve etkinlikler sayesinde çocukların vatan sevgisi, özgürlük, bağımsızlık gibi kavramlarla tanışmasına fırsat verilirdi. Milli değerler, teoriden pratiğe taşınmış olurdu…
Ne olduysa! 2012 yılında, dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı genelgeyle, oldu. Cumhuriyet Bayramı ve diğer milli bayramların törenleri, stadyum kutlamalarının “soğuk ve resmi” bir havada geçtiği ve halkla bütünleşemediği savunularak okul bahçelerine çekilmiş, stadyumlarda yapılan toplu kutlamalar kaldırılmıştı. Halkın “Cumhuriyet değerleri göz ardı ediliyor”, “Bayram ruhu zayıflatılıyor” vb. tepkisi nedeniyle sonraki yıllarda bu kutlamalar yeniden canlandırılmaya çalışılsa da, her şehirde aynı ölçüde ve biçimde gerçekleşemedi.
Milli bayramları toplulukla kutlamak, yalnızca bir gelenek değil; aynı zamanda bir bilinç oluşturma, kimlik kazandırma ve toplum olma halini pekiştirme sürecidir. Bu nedenle her bireyin bu kutlamalara aktif şekilde katılması, toplumsal hafızanın korunması açısından büyük önem taşır.
Günümüzde silah bıraktığını belirten terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgelerini hedef alması, Türkiye Cumhuriyeti’ni “soykırımcılıkla” suçlaması, Lozan Antlaşması’na ve 1924 Anayasası’na saldırması, Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alan, tepeden tırnağa kadar ırkçı ideolojik bir tavırdır. Kürt kökenli Türk vatandaşları, bu ülkede eşit yurttaşlar olarak, huzur ve güven içinde yaşamak istiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve bütünlüğünün bozulmasını istemedikleri gibi, bunu düşleyenlerden de rahatsız oluyorlar. Irk, din, mezhep ayırmaksızın, Türk vatandaşlarının ortak sorunu, yolsuzluk, yoksulluk, hukuksuzluk, temel hak ve özgürlüklerin olmamasıdır. Bu sorunların çözüm yeri Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.
Bugün sadece bir bayram değil, aynı zamanda sorumluluk alma günüdür. Siz gençlere düşen görev; Atatürk’ün emanet ettiği Cumhuriyeti ilelebet yaşatmak, değerlerine sahip çıkmak ve ülkemizi her alanda ileriye taşımaktır. Geçmişimizi unutmadan, geleceğe kararlılıkla yürümeliyiz. 19 Mayıs; bir başlangıç, bir diriliş ve geleceğe umutla bakmanın adıdır. 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun! Cemil HOPANCI – Emekli Maarif Müfettişi 18.05.2025
DİPLOMA SADECE BİR KÂĞIT PARÇASI DEĞİLDİR
Diploma, Kimine göre bir kâğıt parçasıdır… Oysa o, yıllar süren emeğin, uykusuz gecelerin, alın terinin belgesidir. Yıllar süren emek, öğrenme ve kişisel gelişimin somut bir kanıtıdır. Bir eğitim kurumunun öğrencisine verdiği bu belge, yalnızca bir unvanın değil; mesleki yetkinliğin, disiplinin ve azmin, çalışkanlığın resmi onayıdır. Ayrıca geleceğe açılan kapının anahtarıdır.
Türkiye’de ilköğretimden doktoraya kadar uzanan her diploma, sahibine farklı haklar ve yetkinlikler kazandırır. Ancak bu belgenin anlamı, yalnızca bireysel başarıyla sınırlı değildir; ülkenin eğitim politikalarının, milli kimliğinin ve güvenliğinin de bir göstergesidir.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, eğitim modernleşme hedefi doğrultusunda yeniden şekillendirildi. 3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu, tüm eğitim kurumlarını Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlayarak eğitimde birliği sağladı. Bu adım, dini referanslara dayalı müfredatı terk edip; akıl, bilim ve eleştirel düşünceye dayalı bir sistemi benimsedi. Atatürk’ün “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” ideali, nesiller boyunca eğitim anlayışımıza yön verdi. 1925’ten 2000’lere kadar üç nesil, bilimsel gelişmeleri takip eden, milli kültür ve kimliğini koruyan bir eğitim sistemi içinde yetişti.
2000’li yıllardan itibaren bu ilkelere sadakat zayıfladı. Tevhid-i Tedrisat hâlâ hukuken yürürlükte olsa da, ruhunu oluşturan fikir, program ve idare birliği ilkesi aşındı. Bilim temelli müfredat yerine, dini referanslara dayalı eğitim anlayışı öne çıktı. Kur’an kurslarının Diyanet’e bağlanması, MEB’in çeşitli vakıf ve cemaatlerle yaptığı protokoller, “değerler eğitimi” adı altında ideolojik yapılar okullara girdi.
Denetim mekanizmaları da büyük ölçüde işlevsiz hale getirildi. Görev alanları daraltıldı. Müfettiş alımları siyasetin eline geçti. Liyakat yerine siyasi sadakat öne çıktı.
Yurt dışından çok düşük puanlarla gelen öğrenciler, en iyi fakültelere yerleştirildi. Kurucuları bizim siyasilerimizin olduğu, Kıbrıs ve Balkanlardaki özel üniversiteler, sınavsız ve niteliksiz öğrenci alımlarının kapısı haline geldi. Dil şartı olmadan öğrenci aldı. Üstelik bazı öğrenciler o ülkelere hiç gitmeden, online derslerle mezun oldu. Pandemi sürecinde ve savaş dönemlerinde yapılan kolay nakiller, denklikler, liyakati tamamen ikinci plana itti.
Sahte diploma meselesi Türkiye gündemine ilk olarak 1980’lerde girdi. O dönem, taklit imzalar ve sahte mühürlerle üretilen belgeler sınırlıydı. Ancak teknoloji geliştikçe yöntemler değişti; fiziki sahtecilik yerini dijital sahteciliğe bıraktı. 2025 yılına gelindiğinde ise tarihin en organize ve teknolojik sahte diploma skandalı patlak verdi. Failler, sadece belge üretmekle kalmadı; e-Devlet ve YÖK sistemlerine sızarak sahte mezuniyet kayıtları oluşturdu. Bu, meselenin yalnızca eğitim değil, ciddi bir ulusal güvenlik sorunu olduğunu ortaya koydu.
Sahtecilik, torpil, kayırmacılık ve liyakatsizlik; yalnızca bireylerin değil, kurumların da güvenilirliğini yerle bir etti. Gençlerimiz, yıllar süren emeklerinin adaletsizlikle gölgelenmesi, alın terleriyle kazanacakları hakların gasp edilmesi karşısında umutsuzluğa sürüklendi. Bu haksızlıklar, umutlarını, hayallerini çaldı.
Eğitimde birlik, liyakat ve güven; bir ülkenin geleceğinin teminatıdır. Denetim mekanizmaları güçlü çalışmadıkça, sahtecilik ve kayırmacılık engellenemez. e-Devlet ve dijital sistemlerimizin güvenliği, yalnızca teknik değil, milli bir meseledir. Bunları adil yönetmek, idarenin hem görevi, hem de sorumluluğudur.
Diploma; bireyin başarısı kadar, devletin adaletinin ve güvenilirliğinin de simgesidir. Bu simge lekelenirse, bedelini hem birey hem de toplum ağır öder.
Unutmayalım: Sahte diplomayla kurulan bir gelecek, bir gün mutlaka çöker. 08.08.2025
Cemil HOPANCI – Emekli Maarif Müfettişi

yorumlar