İnsanlara adaleti, dürüstlüğü, hakkaniyeti öğretmesi gereken eğitimcilerden etik dışı davranışlar görmek insanı gerçekten çok üzüy
İnsanlara adaleti, dürüstlüğü, hakkaniyeti öğretmesi gereken eğitimcilerden etik dışı davranışlar görmek insanı gerçekten çok üzüyor. Ülke insanının ve idari anlayışın geldiği noktayı da gösteren örnek bir olayı tarihe not düşmek istiyorum. Bu, on yılı aşkın bir haksızlığın hikayesi.
Yıllar önce ehliyet sınavlarına giren herkesin neredeyse ehliyet aldığı bir dönemde Bakanlık bu soruna müdahale etmek istedi. Hafta sonu yapılan direksiyon sınavlarının Eğitim Müfettişleri tarafından denetlenmesini istedi. Yanlış hatırlamıyorsam 2011 yılıydı. Müfettişler bu denetimleri yapmaya başladı. Hafta sonu denetim görevi yaptıkları halde müfettişlere hiçbir ücret ödenmiyordu. Birkaç yıl içinde Bakanlık bu denetimlerin daha sık yapılmasını istedi. Müfettişler hiç bir ücret alamadan hafta sonlarında sınav denetimi yapmaya devam ettiler. Bir kamu görevlisine resmi tatil günü hiçbir ücret ödemeden sürekli görev verilmesi doğru değildi. Müfettişler Derneğinde aktif yönetici olduğumdan soruna müdahale ettim. O dönemin Bakanlık yöneticileriyle görüşerek bu görevlerin bir angaryaya dönüştüğünü, ücret ödenmeden müfettişlere sürekli bu görevlerin verilmesinin hukuka aykırı olduğunu ifade ettim. Kendileri talebimi haklı buldular. Daha önce müsteşarın bu olaya olumsuz yaklaştığını ifade ettiler. Konunun yeniden ele alınması için bir yol bulduk. 200 civarında müfettiş arkadaşa Bakanlığa dilekçe yazdırarak ücret ödenmesi yönünde talepte bulunulmasını sağladım. Bunun üzerine her ne kadar müsteşar karşı çıksa da Bakan Bey burada bir haksızlık olduğunu kabul ederek sınav görevleri için Eğitim Müfettişlerine ücret ödenmesini kabul etti. Kısa sürede konu ile ilgili yönetmelikte düzenleme yapıldı. Sınav görevleri için müfettişlere ücret ödenmesi sağlandı. Bu arada birkaç ilimizde hiç müfettiş olmadığı bazılarında da çok az sayıda müfettiş olduğu için denetim görevi boşta kalmasın diye müfettiş sayısının yetersiz olduğu illerde denetim görevinin İl Müdür Yrd. ve şube müdürlerine de verilebileceği yönetmeliğe eklendi. Bu durum idareciler açısından suiistimal kapısını açtı. Ortada ücret yokken hiç oralı olmayan yöneticiler ücret olayı çıkınca hemen suiistimallere başladılar. Müfettiş sayısı yeterli olan illerde bile kendilerine denetim görevi yazmaya başladılar. Bu duruma toplantıda karşı çıktım “ancak müfettiş sayısının yetersiz olması durumunda görev alabileceklerini” belirttim. Fakat yöneticiler bakanlığa baskı yaparak yönetmelik maddesini değiştirttiler ve müfettişlerle eşit görev almaya başladılar. Bu da yetmedi devam eden süreçte yöneticiler kendilerine ayda 4 görev yazıp müfettişlere ayda bir görev vermeye başladılar… Hiçbir ücret ödenmediği dönemlerde tüm görevleri müfettişlere verenler, ücret ödenmeye başlayınca görevleri kendileri almaya başladılar. Bu gün ücret olayı kaldırılsa eminim ki idareciler, bu iş ‘Denetim’ işidir ve müfettişlerin görevidir diye tüm görevleri yine müfettişlerin yapmasını isteyeceklerdir. Geçen gün Bakanlık tarafından öğrenci kulüplerinin denetlenmesi istendi. Bu güne kadar tüm denetimleri ücretsiz şekilde Müfettişlere yaptıranlar, bu denetimde ayrıca ücret ödeneceğini öğrenince yine kulüp denetimlerinin tamamını kendileri aldılar. Kendi adıma açıkça ifade edeyim ki başka bir iş arkadaşımın ücret almadan yıllarca yaptığı işe ücret ödenmeye başlanınca işi ondan alıp kendim yapmayı bir haysiyetsizlik olarak görür ve böyle etik dışı bir davranışa asla tevessül etmem.
Sayın yöneticiler,
Benin o çabam sizin için değil, hafta sonunu çoluk çocuğuyla geçirmek yerine kar-kış-yağmur-çamur demeden hiçbir ücret almadan sınav denetime giden müfettişlerimiz içindi. O gün “Müfettişlerimiz çok yoruluyor, ücret almadan birkaç gün de biz denetim yapalım” deseydiniz sizi haklı görürdüm. Lakin ücret yokken ortada olmayıp, ücret çıkınca meydanı kimseye bırakmadığınız için yaptığınızı doğru bulmuyorum. Birazcık empati yapabilseniz siz de bunun doğru olmadığını anlarsınız. Bu yazıyı yazma sebebime gelince, Direksiyon sınavında görevli bir idareci, Müfettiş Yrd. bir arkadaşımıza “Bu bizim görevimiz, sizin ne işiniz var, aslında size hiç görev verilmemeli” demiş. İşin içinde ücret meselesi olunca konuyu bu güne kadar hiç gündeme getirmemiştim ama yapılan haksızlığa bir de hadsizlik eklenince yazayım dedim. Hak, hukuk, adalet, erdem söylemlerini ağzından düşürmeyip sonra da böyle haksızlık yapan idarecilere, sınavlarda ücret ödenmesi için verdiğim mücadeleden dolayı hakkımı helal etmiyorum. Sınav denetim görevlilerine yapılan ücret ödemesinin Bakanlıkça kaldırılmasını, görevlerin bu güne benzer şekilde ağırlıklı olarak müdür yrd. ve şube müdürleri tarafından yürütülmesini temenni ediyorum. Bakalım zaman da “Bu denetimler, idarecnin görevidir” diyecekler mi!
HANGİ BAKANDAN NE KALDI?
Eğitim sistemini düzeltme iddiasındaki bakanlarımızın yaptığı icraatlardan bu gün halen devam eden var mıdır? Bu sorunun cevabı bakanların başarısını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serecektir.
35 yıllık meslek hayatımda, eğitim sistemimizde gördüğüm birkaç önemli değişiklik olmuştur. Onların da tamamına yakını eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik dönemindedir. Bunlardan biri, yeni öğretim programlarıdır. 1968 yılından itibaren uygulamaya başlanan öğretim programlarının tamamı 2004 yılında Bakan Hüseyin Çelik tarafından yenilenmiştir. Bu yenileme sürecinde programın içeriğinde ve hedeflerinde gerçek anlamda değişiklikler yapılmıştır. Eleştiren, sorgulayan, problem çözen , empati kurabilen insan yetiştirme hedefi ilk kez tüm programların ortak hedefi haline getirilmiştir. Bundan sonraki bakanlar program değişikliği yaptıklarını iddia etseler de bu evrensel hedefler değiştirilmemiş, değişiklikler küçük çaplı konu veya kavram değişikliğinden ibaret olmuştur.
Yine o dönemde tüm okullara bilgisayar verilmesi, bakanlık yazışma ve dosyalama sistemlerinde dijital dönüşüm çalışmaları yapılması, e-okul sistemine geçilmesi, okullara kayıtta adrese dayalı otomatik kayıt sistemine geçilmesi, ilkokul ve ortaokul haftalık ders saatlerinin ve çizelgelerinin yeniden düzenlenmesi gibi önemli çalışmalar yapılmıştır ve bunlar halen devam etmektedir.
Devam eden kötü uygulamalar da vardır. Örneğin Bakan Ömer DİNÇER’in Bakanlık merkez teşkilatını darmadağın etmesi, bürokratların tamamına yakınını görevden alması, ondan sonrada her bakanın kendinden önceki bakanın kadrosunu görevden aldığı bir kötü uygulama olarak devam etmektedir. Nimet ÇUBUKÇU, Nabi AVCI, İsmet YILMAZ gibi bakanlardan arda kalan bir uygulama hatırlamıyorum bile…
Hatta herkesin umut bağladığı Ziya SELÇUK’tan bile arda kalan tek uygulama okul zilindeki değişiklik olmuştur. 2023 Eğitim Vizyonu belgesini hatırlayan bile yoktur. Atölyeler, öğretmen destek noktaları, akademik danışmanlık vs. tümü anılarda yerine almıştır.
Eğitim sisteminde gerçek bir değişiklik yapılması için bakanların hatta hükümetlerin değiştiremeyeceği milli bir eğitim politikası belgesinin TBMM’de kabul edilmesi ve bunun icraata konulması gerekir. Aslında değişim için ihtiyacımız olan şey öyle meçhul, yeni keşfedilmesi gereken bir şey değildir. Tüm eğitimcilerin en iyi şekilde bildiği dört husus vardır.
Eğitim sisteminin başarılı olması için ilk şart nitelikli öğretmendir. Bu yüzden öğretmen yetiştirme sistemi baştan sona yeniden kurgulanmalıdır. Mevcut öğretmenlerin de değişimi sağlanmalıdır. Eğitim sisteminde yapılacak bir değişikliğin başarılı olabilmesi için öncelikle öğretmenlerin bu değişikliğe ikna edilip bu konuda desteklerinin alınması gerekir. Yapmış olduğum ankete göre öğretmenlerin yüzde sekseni yeni yapılan program değişikliğine karşı çıkmaktadır. Hatta yapılan değişikliği okumadan karşı çıkmaktadırlar. Hal böyleyken eğitim – öğretim programlarını değiştirerek öğretmenlerin onu uygulamasını beklemek boşa kürek çekmektir. 2018 yılında programa yerleştirilen kök değerler hakkında öğretmenlere uyguladığım anketlerde öğretmenlerin yüzde 85’inin programa giren kök değerler hakkında hiç bilgi sahibi olmadığı ortaya çıkmıştır.
Özetle öğretmenlerin karşı çıktığı hatta okumaya bile tenezzül etmediği değişiklikler yapılarak eğitim sisteminde önemli işler başarıldığının zannedilmesi büyük bir yanılgıdır. O yüzden ilk şart taşın altına elini koyacak nitelikli öğretmenler olmasıdır. İkincisi eğitim programlarıdır ki bu programlar toplumsal ihtiyaçlara ve çağdaş gelişmelere uygun olarak hazırlanmış, tüm öğretmenlerin hevesle uygulamaya çalıştığı programlar olmalıdır. Bir başka konu bilinçli velidir. Erken çocukluk eğitiminden başlayan eğitim süreci için ailelerin pedagojik anlamda bilinçlendirilmesi önemlidir. Son şart ise fiziki koşullardır. Çağın gereklerine uygun yeni okul projeleri geliştirilip okul bahçeleri, atölyeler bu gereklere uygun olarak tasarlanmalı; yeni bir okul dizaynı yeni bir okul anlayışı inşa edilmelidir.
Bu 4 koşul sağlandığında eğitimin her çağda her dönemde başarısını sürdürmesi mümkündür. Öğretmeni, okulu, veliyi hiç değiştirmeden program üzerinde 3-5 kazanım ve kavram değişikliği yaparak eğitimde başarı elde edeceğini zannedenler mutlaka hayal kırıklığı yaşayacaklardır
MÜFREDATTA DEĞİŞEN SADECE KELİMELER Mİ?
Soru: Yeni öğretim programları gerçek bir değişim içeriyor mu?
Böyle bir değişime ihtiyaç var mıydı? Sorusu aslında ilk irdelememiz gereken husus olmalı. Ancak “Eğitim konusundaki başarısızlığın faturasının müfredata kesilmesinin doğru olmadığını, sorunun programların uygulanmamasından kaynaklandığını” yıllar önce kaleme aldığım için bu konuya girmiyorum. Merak edenler “MEB’in program teşhisi yanlış” başlıklı yazımı okuyabilirler.
Şimdi yeni değişime gelelim.
Yeni Bakan, yeni çalışma. Yine suçlu müfredat, yine müfredat değişikliği… Altını çize çize söyleyeyim bu değişiklik yine hiçbir şeyi değiştirmeyecek.
Neden mi?
Yeni programda yer alan; yetiştirilecek insan modelindeki eleştiren, sorgulayan, problem çözen, girişimci vb. birey nitelikleri zaten 20 yıldır tüm programlarımızda yer alıyor. Değişen bir şey yok.
Ne mi değişmiş? Sadece kelimeler.
Örneğin hepimizin aşina olduğu dersin hedefleri ifadesi değiştirilmiş “hedef” yerine “öğrenme çıktıları” denmiş. Bana sorarsanız “hedef” daha yerinde bir ifadedir. Herkes tarafından kolayca anlaşılacak ve aynı anlam yüklenecek bir kelimedir.
2004 öncesinde, “Davranış” olarak ifade edilen 2004 programlarında “Kazanım” a dönüşen ifade yerine “Bileşen” ifadesi kullanılmış. Bana göre “bileşen” kelimesi ifade edilmek istenen şeyi tam karşılamıyor. Sonuçta ifade edilmek istenen şey öğrencide nasıl bir değişiklik olacağı. Bu ya bilgi, ya duygu, ya da bir beceri değişimidir. Bunun bileşen olarak ifade edilmesi, davranış veya kazanımdan daha yetersiz kalmaktadır.
Bir başka ifade değişikliği “Çatı değerler” olmuş. Özellikle değerler eğitimi konusundaki eksiklik fark edilerek 2018 yılında öğretim programlarına “Kök değerler” adıyla programlara konulmuştu. Şimdi kavram “Kök” değerler” yerine “Çatı değerler” olarak ifade edilmiş. Gördüğünüz gibi bu da bir kelime değişikliğinden ibaret.
Bir de “Eğilim” diye bir şey ortaya konmuş ki, programda önemli yer tutuyor. Eğilim kelimesi size ne ifade ediyor diye birisine sorsanız alacağınız cevap programdaki anlamla asla örtüşmez. Programda Benlik eğilimleri, Sosyal eğilimler ve Entelektüel eğilimler olarak üç gruba ayrılan eğilimlerin içeriğine baktığınızda Özgüven, empati, girişkenlik, eleştirel bakma vs. bireysel niteliklerin/yeterliklerin olduğu görülüyor. Yani aslında bu da bir kelime farklılığından ibaret.
Programda “Öğrenme kanıtları” olarak yeni bir kavram daha kullanılmış. Bu kanıtlar; öğrenci portfolyoları, ödevler, projeler, performans görevleri, sunumlar, kontrol listeleri vb. şeyler. Yani önceden “Ürün” olarak ifade edilen kavram.
“Programlar arası bileşenler” olarak ifade edilen kavram ise daha önce kullanılan “ara disiplinler” ifadesinin yerine kullanılmış.
Örnek yerine temsil; kök yerine çatı; hedef yerine çıktı; kazanım yerine bileşen; nitelik yerine eğilim diyerek programda büyük bir değişiklik yaptığını düşünen değerli ekipler iyi biliniz ki mevcut bir milyon eğitimcinin daha önce kullanmadığı, bilmediği bazı kelimelerin konulması programı değiştirmez sadece anlaşılmaz kılar.
Sonuç: Programdaki içerik hatalarına girmeden en baştaki sözümle yazımı bitiriyorum. Bu değişiklik yine hiçbir şeyi değiştirmeyecek.
Doğan CEYLAN
ÇOCUKLARDA DİKKAT EKSİKLİĞİ
Dikkat eksikliği yaşayan çocukların sayısı her geçen gün artıyor. Neredeyse her sınıfta DEHAB tanısı olan birkaç çocuğa rastlıyoruz. Bu çocuklar, sınıfta eğitim ortamını bozdukları gerekçesiyle öğretmenler ve diğer veliler tarafından kısa sürede istenmeyen çocuklar olarak markalanıyor.
Aslında zamanında alınacak önlemlerle dikkat eksikliği olan çocukların öğretim sürecine daha etkin katılması sağlanabilirse sorunlar da en aza iner. Bu yüzden, özel eğitim gerektiren bu çocuklarımızla ders yapma hususunda öğretmenlerimizin yeterli bilgi ve beceriye sahip olması gerekir. Ayrıca eğitimin evde devam eden sürecinde -özellikle ödev konusunda- anne babaların da dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Bu hususta öğretmenler ile ailelere bazı tavsiyelerde bulunacağım.
Öğretmen faktörünün önemini anlatabilmek için yazıma bir anıyla başlamak isterim. DEHAB tanısı olan bir öğrenciyle ilgili sınıf öğretmeninin şikayetleri vardı. Öğrencinin, sınıfta ders işlenmesine fırsat vermediği, arkadaşlarıyla sürekli kavga ettiği, sıraları yıktığı, öğretmeninin saçını yolduğu, velilerin bu çocuk yüzünden kendi çocuklarını sınıftan aldığı gibi çok kötü bir tablo çiziliyordu.
Sınıf öğretmenimizin bu yöndeki tüm şikayet ve gözlemlerini dinledikten sonra, çocuk hakkındaki gözlemlerini dinlemek için aynı sınıfta derse giren branş öğretmenimizi çağırdım. Bu öğretmen, aynı çocuğun sınıfın en başarılı öğrencisi olduğunu, derslere her zaman hazırlıklı geldiğini, derslere aktif katıldığını, sınıfta hiçbir sorun çıkarmadığını hatta konuyu öğrenemeyen arkadaşlarına da yardım ettiğini ifade etti.
Anlatılan öğrenci sanki bambaşka biriydi. Öğretmene bunu nasıl başarabildiğini sordum. Öğretmenimiz, çocuğun içinde bulunduğu durumun farkında olduğunu, ders boyunca onu gözlemlediğini, dikkati dağılmaya başlayınca uygun bir yöntemle hemen dikkatini yeniden derse çektiğini, bazen hareket etme ihtiyacı olduğuna yönelik (kımıldama vb) sinyaller verdiğinde bir sebeple yerinden kalkarak hareket etmesine (Tahtayı silme veya bir şey yazma vb) fırsat verdiğini, çocuğun hemen rahatladığını, öğrencinin derslerde bir kez dahi sorun yaşamadığını, dersine severek geldiğini ve çok mutlu olduğunu, anlattı.
Bu olaydan da anlaşılacağı üzere doğru yöntem ve davranışlarla bu öğrencilerimiz sınıfta çok daha başarılı, uyumlu ve etkin hale getirilebilir. Bu konudaki tavsiyelerime gelince;
Herhangi bir derse veya çalışmaya başlarken ilk aşamada etkili şekilde dikkat çekilmelidir. Sınıf ortamında konuya dikkat çekmek için öğretmenin kullandığı bazı yöntemler bu çocuklar için yeterli olmayabilir. Sınıfın dikkati konuya çekilirken bu öğrenciler özellikle gözlenmeli yöntem yeterli olmamış ve hala dikkati başka bir şeyde ise onun dikkati çekmek için ayrıca gayret sarf edilmelidir. Bu çocukların dikkatini çekmeden konuya başlamamak gerekir.
Dikkat nedeni önemlidir?
Siz Dünyanın en iyi konu anlatan öğretmeni de olsanız, öğrenciniz başka şeylerle ilgileniyor ve sizi dinlemiyorsa hiçbir şey öğrenemez. Başarı kapısının anahtarı dikkat çekmedir. Kapıyı açmadan öğrenciyi o odaya alamazsınız.
- Bu çocukların dikkatleri çok çabuk dağılır. Bu yüzen başlangıçta dikkat çektikten sonra da bu çocukların sürekli gözlemlenmesi ve dikkatlerinin sürekli canlı tutulması gerekir. Dersin başlangıcında dikkatini konuya çektiğiniz normal bir öğrenci 20 dk. derse odaklanırken bu öğrencilerin 5-10 dakika sonra dikkati dağılabilir. Bu durumu hemen fark edip dikkatleri yeniden konuya çekilmelidir. Öğretmenin derste öğrenciyle göz teması kurması, dikkati dağıldığını hissettiğinde öğrenciye ismiyle hitap etmesi, bazen yanına yaklaşması, sırasına elini koyması, çalışmasına dikkatlice bakması, bu hususta yapılabilecek bazı davranışlardır.
- Bu çocukların enerjilerini atmalarına fırsat verilmelidir. Bir çoğunda dürtüsel davranışlar gözlemlenen bu çocuklarımızın bitmeyen bir enerjileri vardır. Bu fazla enerji onları yerinde duramayan bireylere dönüştürür. Sınıfta sebepsiz yere dolaşmak, bahanelerle ayağa kalkmak, sırada sürekli kımıldamak gibi davranışları doğru şekilde kontrol altına alınmalıdır. Teneffüslerde bolca hareket etmesine fırsat verilmelidir. Oyun ve Fiziksel Etkinlikler, Beden Eğitimi gibi dersler mümkün olduğunca dışarıda veya salonda işlenmeli öğrencilerin enerjisini atması sağlanmalıdır. Bu aktiviteler çocukları rahatlatacak ve devam eden derslerde dinginleştirecektir.
- Kısa süreli çalışmalar yapılmalıdır. Uzun süreli dersler ve ödevler bu öğrenciler için işkenceye dönüşür. Bu yüzden yapılacak çalışmalar daha kısa süreli olmadır. Normal bir öğrencinin bir oturuşta yapacağı çalışmayı dikkat eksikliği olan öğrenciler için iki parçaya bölerek yaptırmak daha uygun olur.
- Aileler de dikkat eksikliği olan öğrencilerin evdeki çalışmalarını kısa süreli şekilde planlamalıdır. Günlük 2 saat çalışma planı olan bir öğrenci için yarımşar saatlik 4 oturum daha uygun olur.
- Aileler öğrencilerin evde yapacağı çalışmaları gözlemlemeli, öğrencinin dikkati dağılıp çalışma verimsizleştiği zaman hemen sürece müdahale edilmedir. Çocuğun tekrar çalışmaya odaklanması sağlanmalıdır.
- Öğrencilere başarısızlık hissi yaşatılmamalıdır. DEHAB bir sağlık sorunudur ve öğrencinin istemi dışındaki bir durumdur. Öğrencinin çalışmalarının düzensiz olması, ödevlerini eksik olması, zamanında yetiştirememesi gibi hususlarda öğrencinin kendisini başarısız hissettirecek davranışlardan kaçınılmalıdır. İçinde bulunduğu durum dikkate alınarak öğrenci desteklenmelidir.
- Öğrenci sosyal çevre ile desteklenmelidir. Bu öğrencilerimizin dürtüsel davranışları ve sürekli hareketli halleri nedeniyle bir şeyi dökme, kırma, zarar verme vb davranışlar gözlemlenebilir. Böyle durumlar bir kaç kez yaşanınca okuldaki tüm olumsuzlukların faturası bu öğrencilere kesilmeye başlanır ve günah keçisi yapılır.
Yapmadıkları şeylerin faturasının öğrenciye kesilmesi ona sosyal ve duygusal açıdan zarar verir. Öğrenciye lakap takılır, dalga geçilir dışlanır, yalnız bırakılırsa suçluluk hissine kapılır. Ya hırçınlaşır ya da tamamen içine kapanır. Bu durum onu kazanmayı daha da zorlaştırır.
Çocuğun özel durumunun bilinmesi ve kendini kontrol edebilmesi için sosyal çevre ile desteklenmesi onun gelişimi açısından olumlu sonuçlar doğurur. Çocukların sınıfta ve okuldaki oyun ve çalışma gruplarına katılması, sosyal etkinliklere dahil edilmesi gerekir. Bu öğrencilerin akademik gelişimi kadar sosyal ve duygusal gelişimleri de dikkate alınmalıdır.
SINIF KÜLTÜRÜ
Sınıf Kültürü Çocukları Nasıl Etkiler?
Okullarda her sınıfın kendine ait bir kültürü vardır. Kimi sınıfların kültürü kötüdür. Böyle sınıflardaki çocuklar genelde mutsuz, endişeli ve heyecanlıdırlar. Böyle sınıflarda yardımlaşma, birlikte hareket etme, geri kalana destek olma, düşenin elinden tutup kaldırma yoktur. Bu sınıflarda yarışma ve rekabet vardır. Her çocuk diğerinin önüne geçmek için çaba sarf eder. Kendi başarıları onlar için yeterli değildir, diğerlerinin başarısız olmalarını isterler.
İyi sınıf kültürü olan şubelerde çocuklar mutludur. Okula severek giderler, arkadaşlarını özlerler. Sınıf genellikle neşelidir. Sınıfta paylaşma ve yardımlaşma vardır. Sınıf yekpare bir organizma gibidir. Mutluluk da hüzün de paylaşılır. Çocuklar bu sınıfta huzurludur. Birileri tarafından zorbalığa uğrama, alay edilme, aşağılanma, dışlanma endişesi yaşamazlar. Bir eksiği olduğunda arkadaşlarınca giderileceğini, yardıma ihtiyacı olduğunda herkesin yardıma koşacağını, üzüldüğünde teselli edileceğini, sevincine ortak olunacağını bilirler.
Sınıf kültürünü en doğal haliyle teneffüs saatlerinde gözlemleyebilirsiniz. Bazı sınıflarda çocukların gayet neşeli ve uyumlu şekilde oyunlar oynadıklarını, hiçbir çocuğun dışlanmadığını görürken bazı sınıflarda çocuklarını sürekli birbirlerine zarar vermek için itip kaktıklarını, sık sık kavgalar yaşandığını, güçlü olanın zayıfı ezdiğini, küçük gruplar halinde şiddet içeren oyunlar oynandığını, zayıfların sürekli dışlandığını, alay edildiğini, bazı çocukların yalnız kaldığını, genel olarak karmaşa içinde mutsuz çocuklar olduğunu görürsünüz.
Sınıf kültürü, çocukların karakter gelişimini etkiler. Yıllarca günlerinin çoğunu geçirdikleri sınıf ortamları onların tutumlarını, davranışlarını, hayata bakış açılarını da şekillendirir. Kötü sınıf kültüründe büyüyen çocuklar zamanla yarışmacı, kavgacı, bencil, mutsuz, endişeli, özgüvensiz insanlara dönüşürken iyi sınıf kültüründe yetişen çocuklar barışçıl, yardımsever, fedakar, mutlu, özgüvenli bireyler olurlar.
Olayı basit bir örnekle somutlaştırmak gerekirse; sınıf değiştiren bir çocuk, sınıfında eskisi gibi söz almak istemediğini, söz alınca heyecanlandığını çünkü yeni sınıfında yanlış bir şey söyleyen çocuklarla alay edildiğini ifade etmişti. Kendisiyle alay edilmesinden, küçük düşürülmekten endişeleniyordu. Zamanla suskun bir çocuğa dönüştü. Ayrıca fiziksel olarak zayıf bir çocuk olduğu için takım oyunlarında yeni sınıf arkadaşları tarafından dışlanıyor, hata yaptığında azarlanıyor itilip kakılıyordu. Bu durum zamanla kendine olan güveninin iyice sarsılmasına, içe dönük pısırık bir insana dönüşmesine neden oldu.
Sınıf kültürü oluşturmada bana göre en önemli etken ilk öğretmendir. Çocuğun sınıfın nasıl bir yer olduğuna ve orada nasıl davranılması gerektiğine ilişkin davranış kalıpları ilk öğretmeni tarafından oluşturulur. Bu yüzden okulöncesi ve birinci sınıf öğretmenlerine büyük iş düşer. Öğretmene aileler de destek olduğunda iyi bir sınıf kültürü kolayca yerleşebilir. Temelde iyi bir sınıf kültürü alan öğrenci ileriki sınıflara da bu kültürü taşır.
İyi bir sınıf kültüründe:
Her çocuk sınıfta kendini değerli hisseder.
Çocukların duygularına önem verilir. Hüznü, mutluluğu, öfkesi hemen fark edilir, paylaşılır.
Bütün çocuklar birbiriyle iletişim halindedir. Gruplaşma, çatışma yoktur.
Her çocuk bir bütünün (sınıfın) parçası olduğunu derinden hisseder.
Çocuklar, diğer sınıf arkadaşlarının başarılarından mutlu olur. Çocuklar arasındaki rekabet, arkadaşlarının kötülüğünü ve başarısızlığını isteyecek boyuta asla çıkmaz.
Sınıfta yardımlaşma ve paylaşma vardır. İhtiyacı olana herkes yardım etmeye çalışır.
Sınıfça toplu etkinlikler yapılır. Birlikte hareket edilir.
Her çocuğun arkadaşları vardır. Hiçbir çocuk yalnız değildir.
Her çocuk o sınıfta olmaktan mutluluk duyar ve sınıfına severek gider.
Çocuklar, sınıf arkadaşlarının kendisine zarar vereceği, zorbalık yapacağı, alay edeceği vb. hususlardan hiç endişe etmezler.
Çocuklar, aralarında çıkan sorunları barışçıl yollarla çözerler. Küskünlükler kısa sürede biter.
Yapılan hatalara karşı hoşgörülü davranılır. Kimse kınanmaz, aşağılanmaz, hataların düzeltilmesine yardımcı olunur. Görev ve sorumluklar paylaşılır.
Doğan Ceylan – Eğitim Müfettişi
ÇOCUKLAR FELAKETİ HİSSETMELİ
Hayatımızı derinden etkileyen bir deprem daha yaşadık. Yıkılan binalar, enkazların başında çaresizce bekleyen anneler, babalar, kardeşler; yürekleri ezen yardım çığlıkları; gözyaşlarını tutamayan, yollara düşen, yardım için seferber olan milyonlar; yıkıntılar arasında hayat kurtarmak için çırpınan insanlar, tükenen nefesler, kaybedilen yaşamlar… Beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan umutlar, bir ses, bir hayat, tekbir ve kucaklaşan insanlar…
Millet olarak günlerdir ekran başındayız. Tüm televizyon kanalları ve sosyal medya paylaşımları deprem üzerinde yoğunlaştı. Herkes bir şeyler yapmak için çaba sarf ediyor. Bu arada biz yetişkinleri bile duygusal açıdan sarsan bu acı durumun çocuklara etkisi ve yapılması gerekenler üzerinde bazı değerlendirmeler gördüm. Bu değerlendirmelerde, çocukların yaşanan bu felaketten olumsuz şekilde etkinlenmemesi için deprem haberlerinin ve depreme ilişkin görüntülerin çocuklara izletilmemesi öneriliyordu. Böylece çocukların bir travma yaşamalarının önüne geçileceği iddia ediliyordu. Bu yaklaşımı doğru bulmadığım için bir yazı kaleme alma gereği duydum.
Ülkemizde milyonlarca insanı perişan eden bir felaket yaşanırken, binlerce yurttaşımız hayatını kaybederken, on binlerce insan yaralı haldeyken, aynı ülkede yaşayan bir çocuğun bu olanların dışında tutulması doğru bir yaklaşım değildir.
Çocuklarımız bu ülkenin birer ferdidir. Ülkenin sevincine, hüznüne yetişkinlerle birlikte iştirak etmelidirler. Bir çocuğun enkazdan kurtarılma heyecanını yaşamalı, ailesini kaybetmiş çaresiz bir anne ile birlikte gözyaşı dökmelidirler. Orada üzerine kıyafet dahi giyemeden binalardan çıktığı için soğukta titreyenlerin üşümesini hissetmelidirler. Gece soğuğunda yakılan cılız ateşlerin dumanları adeta gözlerini yaşartmalı, yeri geldiğinde ölenlere, yaralılara ağlamalı, yeri geldiğinde milletimizle birlikte kurtuluş mucizelerine tanıklık ederek mutlu olmalıdırlar.
Memleket kan ağlarken , psikolojisi bozulmasın diye kendi odasına gönderip eğlenceli bilgisayar oyunları oynatılan çocuklar bu milletin bir ferdi olabilirler mi? Büyüdükleri zaman böyle bir felaket yaşanırsa felaketzedelerin durumu umurlarında olur mu? Maddi olarak onlara destek olurlar mı? Yardım etmek için oraya koşarlar mı?
-Elbette hayır. Öyleyse çocukları koruma adına yapılan tavsiyelerin maksadı aştığı açıktır.
Biz, çocuklarımızı iyi birer insan olarak yetiştirmeyi arzularız. İyi bilinmelidir ki hiçbir hüzün yaşamamış, kimseye acımamış, başkalarının sevincini paylaşmamış, başkaları için göz yaşı dökmemiş biri yeterince insan olamamıştır.
Anne babalar ne yapmalı?
Anne-babalar, çocuğun mizacına göre hareket etmelidir. Bir çocuk depremde yaşananlardan çok fazla etkileniyorsa böyle çocukların duygusal açıdan yıpranmaması için teskin edilmesi ve deprem görüntülerinden uzak tutulması doğrudur ancak bana göre büyük bir çoğunluğu teşkil eden depremi umursamayan
çocuklar için farklı tutum sergilemek gerekir.
Çocuğunuz, depremi umursamıyorsa, orada yaşananlara üzülmüyorsa televizyonda gösterilen bir kurtarma operasyonunu izlemesi için onu siz çağırın. Gah enkazdan çıkan çocuğun yerine kendini koysun. Gah onu kurtaran bir yardımseverin. Gah maddi yardımda bulunan bir hayırseverin. Kurtarılan bir bebeği, kavuşan anneyle çocuğu görüp sevinsin. Ölüm haberlerini takip edip ölenlerin sayısı arttıkça hüzünlensin, bir yakını ölmüş gibi ağlasın. Biz bunları yaparsak yavrularımız insanlaşır. Duygusal açıdan gelişir, kemale erer. Ancak o zaman iyi bir insan yetiştirmiş oluruz.
Bir çocuk harçlığını depremzedelere yardım olarak gönderdi.
Bir çocuk, “biz de oradan bir aileyi misafir edelim mi diye annesine sordu.
Bir, çocuk en sevdiği oyuncağı, depremzede çocuklara gönderdi.
Bir çocuk, ben de büyüyünce böyle hayat kurtaracağım, dedi.
Onlar durumun farkında olan çocuklardı.
Kim böyle çocukları olsun istemez ki!
(Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Yüce Allah’tan rahmet, yaralı olanlara acil şifalar diliyorum. Rabbim tüm felaketlerden milletimizi korusun. )
Doğan Ceylan
Eğitim Müfettişi
yorumlar